30 Aralık 2010 Perşembe

2 0 1 bir...

Geriye bakış...

Geriye dönüp şöyle bir arşive baktığımda , yazmak adına verimsiz bir yıl geçirdiğimi görüyorum. Gerçi yazmadım diyemem , her zaman birşeyler yazdım ama çoğunu yayınlamadım. Çünkü bazen onlar benim çığlıklarım , çizgiyi aşan son noktalarım , üzüntü ve gözyaşlarımdı , onlar benim çaresizliklerim ve anlaşılamayışımdı.  Bazen de sevdiklerimin yaşanmışlıklarıydı. Yazdığım ama yayınlayamadığım sonradan baktığımda , önemsiz bulduğum  ne safmışım , neleri de dert etmişim diye söylendiğim , kendi kendime güldüğüm yazılarda oldu. Çoğunu sildim gitti ama kayda değer olanları başka bir zaman için beklettim , sadece yanlış anlaşılmasın , bunaltmasın diye. 

Biliyorum , paylaşmak güzeldir. Belki yayınlasaydım farklı bakış açılarından , farklı yorumları görmek güzel olabilirdi ama Herşey de seni mi buluyor? Neden her zaman bu kadar karamsarsın? Neden herşeyi kendine dert ediyorsun? demelerini istemedim. Zaten hassasiyetimi bilen biliyor. Evet , biraz karamsar biri olduğumu , herşeye olumsuz yaklaştığımı söyleyebilirim ama o da sadece fazla hayal kırıklığı yaşamamak için ... 

Herkesin hayatında yeteri kadar stres , üzüntü , sıkıntı varken , hiçbir şey çok kolay değilken  , birde okuyucuyu daraltmak  istemedim...Aslında , bende neler neler okuyorum ama hiç de daralmıyorum. Herhalde bende daraltmıyorumdur...di mi?

Hepimiz biliyoruz ki , en güzel , en mutlu anlarımızda bile , bizi altüst edebilecek olaylarla her an karşılaşabiliyoruz. Bende bunlardan çok fazla etkilendiğim için aşırı duygusallaşıp , hassaslaşabiliyorum. O zamanda aşırı tepkiler verebiliyorum. Düşünsenize , değmeyeceğini bile bile ne kadar çok şey için boş yere üzüldüğümüzü . Sanki yine üzülmeyecek miyiz ? Yine değmezmiş demeyecek miyiz ? Diyeceğiz ama önce yaşayıp , sonra diyeceğiz. HAYAT BU İŞTE... Acısı , tatlısı , herşeyiyle...O yüzden de hep diyorum ya , anlık yaşamalı , mümkün oldukça herşeyi dert edinmemeli ve belkide düşündüğümüz herşeyi yazmalı ... Bir de diyene bakmalı :)))))

27 Aralık 2010 Pazartesi

Sabah sabah ...

Panikle gözümü açtım , heryer karanlık . Karşımdaki saatin ışıkları yok , elektrik kesilmiş . Telefonumdan saate bakıyorum , sabahın 06:00 'sı. Kapı çalıyor tak tak tak ...Güm güm güm... Kim gelir bu saatte ? Neler oluyor ?  Meğer bu kapıyı ilk çalış değilmiş , ben sonunu duymuşum ve eşim çoktan kalkıp kapıya gitmiş bile . Kalbim çıkacak gibi oluyor . İçeriden gelen hararetli konuşmaları duyuyorum ama uyku sersemliğimden neler olduğunu anlayamıyorum.Eşim fenerle odaya geliyor , acele acele üzerine kalın birşeyler alıyor ...

"Neler oluyor ? " dediğimde arabanın aküsü lazım diyerek aceleyle çıkıyor. Detayları sonra öğreniyorum. Elektrik kesilince , apartmanın jeneratörü devreye girmemiş , bu durumda kalorifer kazanı suyu pompalayamamış , kazanda sürekli sıcaklık artışı olmuş . Tüm kapakları açmışlar ama her yerinden buharlar çıkmaya başlamış , 85 º'ye gelmiş. 100 ºC olsa patlama riski çok fazla olduğundan herkes panik olmuş. 

Jeneratör , her kesintide devreye girerdi , duyardım ama bu saatte bozulacağı tutmuş . Bu yüzden de acilen araba aküsüne ihtiyaç duyulmuş. Bir yandan yağmur yağması , bir yandan havanın henüz aydınlanmamış olması ve aküyü sökerlerken dışarıdan gelen o telaşeli konuşmaları duyuyor olmam yeterince heyecanlanmama neden oldu. Aradan 10-15 dk. kadar geçti, geçmedi , jeneratör çalışmaya başladı. Yani , sabahın o saatinde duyduğum en rahatsızlık verici ses , rahatlama nedenim oldu. Ne diyeyim hepimize geçmiş olsun...

23 Aralık 2010 Perşembe

İçine yaratık mı girdi bunların ?

Birkaç zamandır telefonuma musallat olan , yurt dışı abonesine kucak dolusu sevgilerimi gönderiyorum. Kendisi olur olmaz saatlerde çağrı bırakıp , aklınca beni merakta bırakmayı planlayan , benimde hiç ama hiç tanımadığım yurt dışı telefonuna  geri döneceğimi düşünen kişidir. 359 koduyla arayan bu şahsiyet yada şahsiyetler , edindiğim bilgilere göre ev , yemek , para ve kontör talebinde bulunuyormuş. Yani dolandırıcı bir şebekeymiş. Ayrıca yanlışlıkla telefona cevap verilirse faturada epey bi kabarık geliyormuş . Lütfen dikkat...

Bir de düzenli olarak gelen bir mesajım var. "TEBRİKLER ! Hediye KOL SAATİ kazandınız . HEMEN şu şu şu numaradan arayın , kaydınızı yaptırın ( yaptırın da görün gününüzü !!) " Sağol be canım , o kol saati ! senin olsun. Eminim pek çok kişiye hala ısrarla da gidiyordur bu mesaj . Ama düşünsenize , aslında ne kadar da şanslı insanlarız . Yoksa , içimiz mi fesattır nedir anlamadım ki . Bak ne güzel insancıklar bize sürekli hediyeler göndermek istiyor ama biz onlara geri dönmüyoruz cık cık cık çok ayıp ediyoruz çook. Oysaki şimdiye kadar ne çok saatimiz olurdu :)) Saatçi bile açardık :)))

Ve bugün yeni bir mesaj daha. "Katılmış olduğunuz kampanyamızdan ücretsiz telefon görüşmesi kazandınız. Hemen arayın. " Oldu canım başka ? Yok ben almayayım , alana da manî olayım diye yazdım bunu zaten...

Sonunda gsm operatöründen de uyarı mesajı geldi . "Tanımadığınız numaralardan gelen "ödül kazandınız, TL. yükleyin " gibi gelen sms'leri dolandırıcılık mağduru olmamak için dikkate almayınız" şeklindeydi. Biraz geç oldu ama yine de sağolsun. Yaa bu insanlar nasıl bu kadar kötü niyetli olabiliyorlar ? Nelerden , nerelerden medet umar hale geldiler , inanasım gelmiyor. İçine yaratık mı girdi bunların ? O kadar çok çeşitleri var ki ...

19 Aralık 2010 Pazar

Sonsuz naz hakkı...

Ahh! şu erkekler ahh! Hasta olmaya hiç ama hiç  gelemiyorlar. Mız mız da mızz , çocuktan beter çocuk oluyorlar. Yaşı kaç olursa olsun , büyüğü de aynı küçüğü de. Sanıyorum ki çok azdır sessiz sakin olanı.  Sanki bir tek onlar kötü hissediyormuş gibi ay ayy ayy ölüyorum , ııhh , aahh , ay amann , offf . Kimse benimle ilgilenmiyor , dayanamıyorum artık demeler bununla beraber sürekli oflama ve inlemeler , ardı arkası kesilmeyen istekler...Yani sürekli bir naz durumu...

Dün gece de birden bire ateşi yükseldi oğlumun . Hem onun hem bizim keyfimiz kaçtı. Kıyamam ben kuzucuğuma , yapacağı nazın haddi hesabı yok ama işin ilginç yanı da , böyle ateşli olduğunda tamamen başka bir çocuk gibi oluyor. Sürekli ilgi isteyen (-ki bu çok normal bir durum ) ayrıca da aşırı derecede kibar ve düşünceli... Bir de çenesi bırbırbır hiç susmuyor , bu haliyle nasıl buluyor o enerjiyi anlayamıyorum. "Annecimmm yanıma gelir misin?  Annecimmm elimi tutar mısın?  Annecim su getirebilir misin ? Annecimmm çok üşüyorum , annecimmm başım ağrıyor , annecim kusacak gibi oluyorum , annecim boğazımda bişey var , annecim gücüm yok , annecim galiba ben çok hastayım , annecim de annecim ..."

Ve böylece başlıyor naz hakkı. Öncelikle yemek yemesi için  , paşanın isteği ön plana alınıyor. Sonra da yatağına kadar servis yapılıp  , ağzına çatal kaşık hizmeti veriliyor. Saati gelince de ilaçları. Sonrasında da dinlenme ve uyku şart ama nerdeeee , sürekli bir inleme  , sürekli bir mızıltı durumu , bitmek bilmiyor. Şimdi hasta ya , annesi ona kıyamaz ya sonsuz naz hakkını tamamen kullanıyor. Kuzucuğum sen naz hakkını her zaman kullan ama çabuk iyileş olur mu?  

-anneeeee , ben şimdi iyileşemezsem , okula da gidemem di mi ?
-İyileşirsinnn tatlımm , merak etmee.
-off anne yaa , iyileşemezsem gitmem amaaa , hem sende evde kalır bana bakarsınnnn , ne güzel olur di mi?  diye başlayan sözlerin arkası da hiç ama hiç kesilmiyor...
Sizce hasta iyileşmek istiyor mu?

16 Aralık 2010 Perşembe

Her sayfaya imza lütfen....

Maaşımızı aldığımız  A bankasıyla olan sözleşmemiz sona erdiğinden başka bir B bankasıyla anlaşılmış . Genel anlamda bankamızla çalışmaktan gayet memnun olsakta olaya bakış açısı çok farklı ve zaten bizim dışımızda gelişen bir durum. Yani tamamen duygusallll ! yaklaşılmış. Yok , daha iyi şartlarmış da , daha bir güvenilirlikmişş te , vs , vs ...

Şimdi işin zor tarafı , yılların verdiği alışkanlık ve sağladığı kolaylıkları görmezden gelmek ve pek çok talimatı değiştirip yeniden düzenlemeye gitmek . Ama elimiz mahkum , ne de olsa maaşımızı ödeyecekler...

Ama asıl olay şu ki , yapılan sözleşmeler...Sadece prosedür gereği sayfalarca yazıyı okumadan , okusakta çoğunu anlamadan imzalamak zorunda olduğumuz 50 sayfalık sözleşmelerden bahsediyorum. Bu yüzden de geçen sabah gelen banka yetkilileri ile sözleşme kursuna katılmış gibi olduk. Şu sayfayı açın adınızı , soyadınızı yazın , şuraya imzanızı atın , 2 sayfa çevirin kart no yazın , noyu kutunun altına yazın , bir sayfa daha çevirin hesap no yazın , her sayfanın altına imza atın , sayfa geç imzala , sayfa geç imzala , sayfa  geç imzala derken sayfa 35 'te son imza . Yani bütün bu imza işkencesi sadece ana sözleşme için. Dahası var , sonra çevirin ekteki , o form , bu form derken 50 'ye yakın imza . Hatta  " boş sayfaya imza atmayın " sözünü de çiğneyerek  yetkililerin önünde paşa paşa doldurulan bu sözleşme sinir bozucuydu...

Şimdi soruyorum , ne gerek vardı bu kadar sözleşme içeriğine , okumadan atılan onca imzaya .Şu sözleşmeleri kısaltsalarda , sadece gerekli yerleri imzalasak , hem kağıt israfı olmasa hemde imzalamaktan anamız ağlamasa. Zaten , imza , imzalıktan çıkmış , kılık değiştirmiş , ama kime ne...

İmza : özii :))))

10 Aralık 2010 Cuma

Kırmızııı...

Ve ben...Yani benim için imkansız bir birliktelik. Ama insan yeni bir şeyler denemekten de çekinmiyor galiba. Ya da adına "denemek" demeyelim de , bir "zinciri kırmak" diyelim. Biliyorum , hiç birşey anlaşılmadı , ne oluyor , kim , ne zinciri , ne kırması ? 

Öyle büyütülecek bir konu değil yaa. Sadece kırmızı ve ben asla bir araya gelemeyen bir ikiliyiz. Herkese yakıştırırım , beğenirim ama kendime bir türlü yakıştıramam. Düşündüğümde bile nedenini bilmediğim bir gerginlik içerisine girerim. Ve bu konuda söylediğim tek söz her zaman "asla" olmuştur. Bu yüzden de bugüne kadar ne bir kırmızı giysi , ne bir ruj , ne de oje asla ama asla almamışımdır. Hep pastel tonlar tercihim olmuştur. Bu konudaki tüm ısrarlara da hep ters yaklaşmışımdır.

Taa ki geçen gün arkadaşım " sana kırmızı oje aldım , süreceksin ve bende göreceğim " diye baskı kuruncaya kadar. Sürdüm ve öylece ellerime baktım . Sadece baktım , kimin elleriydi bunlar , sanki bana ait değil gibiydiler. Biraz garipsedim ama itiraf ediyorum gerçekten de güzel oluyormuş. Meğer gereksiz yere inat etmişim , gereksiz yere abartmışım. Şimdi sıra kırmızı kazağa geldi sanırım...

9 Aralık 2010 Perşembe

Bu kadar da alışılmaz ki ...

Öyle çabuk alışıyoruz ki her türlü yeniliğe , sonrada hiç kullanmamışız gibi eski olan şeyleri garipsiyoruz. Alışveriş merkezleri , restaurantlar , cafeler , bazı iş yerleri ve daha pek çok yerin tuvaletlerinde temizlik adına kullanılan kolaylıklardan bahsetmek istiyorum. Ama benim burada takıldığım konu , alışkanlıklarımız.

Kullandığımız köpük sabun , fotoselli musluk ve fotoselli kağıt havlu makinesine alışmaktan  bahsediyorum. Mesela kağıt havlu inanılmaz bir kolaylık , kişiye özel , tek kullanımlık . Özellikle de kalabalık ev ortamlarında havlu takibi gerektirmeyen bir durum.  Eline köpüğü al , köpürt , musluğun altına gel açılsın , elini yıka , sonra da elini havlu makinesine doğru uzat "dırrttt" havlu gelsin. Oh ne güzel bir kolaylık , ne güzel bir temizlik . Diğeri de hem su israfını önleyen hem de binlerce kişinin elini musluğa sürmeden yıkayabilceği kolaylığı sağlayan fotoselli musluklar. Dokunmadan elini uzat açılsın , çek kapansın. Süperr... 

Ama geçen gün , bu musluk yüzünden kendi kendime sesli bir şekilde " yuhh artık " dediğimi hatırladıkça gülümsüyorum. Cafedeyim ve ellerimi yıkamak üzere tuvalate gidiyorum. Elime köpük sıkıp gayet güzel , ellerimi köpürtüyorum . O sırada gözüm duvardaki bir reklam yazısına takılıyor , ben ellerimi musluğa doğru uzatıp bekliyorum ama tık yok , tekrar deniyorum yine tık yok. Gözüm hala yazıda ve ben musluktan o kadar eminim ki , ellerimi sağa sola hareket ettirip beklemeye devam ediyorum. Israrla musluğu akıtacağım ya , sonunda eehh diyerek bakıyorum ki , mustuk aç kapalardan. " eee yuhhh artık bu kadar da alışılmaz ki "  diyerek gülüyorum . 

Sanki çevirmeli musluk olsa el yıkanmazmış gibi...Sanki evdeki çevirmeli musluk değilmiş gibi. Ne çabuk alışmışız biz bunlara...

3 Aralık 2010 Cuma

Çabuk eve gelll....

Çığlık çığlığa koşarak yanıma geldi . Ağlamaktan titriyor , yerinde duramıyordu. Zorla sakinleştirdim ve ne olduğunu anlatmasını istedim. Sonra da çaktırmadan gülümsedim . Yani , o anı ben yaşasaydım , benimde yapacağım şey , kesinlikle aynı tepki olurdu. Elinden tuttum ve odasına bakmaya gittik.

Pencereden bakıyormuş , birden içeriye  kocaman bir çekirge zıplayıvermiş. Ama gerçekten de kocaman . 8 cm gibi birşey. Şimdi burada , normal olarak yapılması gereken davranış  ne olmalıdır? Çekirgenin üzerine bir şey atıp , sonrada onu bahçeye atmak olmalıdır değil mi ? Ama ben yapamam. Hatta , o çekirgeye yaklaşmam bile mümkün değil. Ne yapacağı belli mi olur , böcek bu , ya ben ona doğru yaklaşınca , o yüzüme ya da üzerime atlarsa , yok yokkkk hayali bile kabus gibi...haaa bana zarar verebilir mi ? Elbettte ki veremez ama ben bu tür haşeratlardan hoşlanmıyorum...Hem ben onlara dokunmuyorsam onlarda mümkünse bana dokunmasınlar...

Sonrasında ne mi yaptık ? Tabiki çekirgeyi yakın takibe alıp , kapıda kamp kurduk. Ayy kıpırdadı , ayy döndü , ayy tırmandı , ayy düştü , ayy ayy zıpladı , zıplayacak derken kendi halimize güldük. Eğer gözden kaçırsaydık işimiz çok zor olacaktı. Hiçbir güç onu , o odaya sokamazdı , biliyorum. Acil çözüm için de " Alo baba , çabuk eve gel " servisini kullandık. Sonuç olarak , o doğaya geri döndü bizde odamıza...

2 Aralık 2010 Perşembe

Bazen üzerine gitmeyeceksin !!!

Üzerime gelme !!! Bu ne demektir ? Üzerine yürümek midir ? Tabiki de değil , çok fazla merak etme , çok fazla ilgilenme , çok fazla engellemeler getirme , çok da fazla yanlışlar bulma , bırak ! Kim neyi nasıl biliyorsa öyle yapsın. Olayları inceden inceye didikleyip daha da bunaltma...

Her cümleyi demiyorum ama her kelimeyi tek tek sorgulama . Ve bunu da her defasında vurgulayıp sürekli karşısına çıkartma.  Belki farkında olarak belkide farkettirmeden yapılıyor olsa bile bunu da baskı şeklinde hissettirme. Sonra da kendine kendine kurup , kendin üzülme. Sürekli de açık aramaya çalışma  çünkü mutlaka bulursun , unutma ki hiç kimse mükemmel değildir ama hiç kimse... Zaten birisi ben mükemmelim diyorsa kesinlikle de ilk hatayı , işte o zaman yapmış olur . Sanki bir şeyleri görmezden gelmeye çalışmanın göstergesiymiş gibi... 

Herkes birbiri için çok ama çok iyi olabilir . Belkide o , senin düşündüğün kadar iyi değildir. Kimbilir ? O halde en iyisi , bazı olayların üzerine çok fazla gitmemek. Ve bırak , kim neyi , nasıl biliyorsa ve neye inanmak istiyorsa hatta ve hatta hata bile yapıyorsa bazen olaylara karışmayacaksın ve  üzerine  git-me-ye-cek-sin...

29 Kasım 2010 Pazartesi

Uyursam böylee ...

Bazen aşırı yorgunluk hissettiğimde , özellikle de hem beyin hem bedenen tamamen gücüm tükendiğinde herşeyden uzaklaşmak , sessiz sakin kalmak isterim. Böyle zamanlarda da hiçbir plan yapmadan hemen eve gelip , çantayı , üstü başı fırlatıp , evin hiç sağına soluna bakmadan , dağınıkmış , kirliymiş , yemek yokmuş , hiç ama hiçbir şeyi umursamadan bazen çalan telefonları bile duymadan hooop battaniyemin altına sızarım. Büyük bir ihtimalle de 2-3 dk. içinde uykuya dalarım. Sonrasında ise kısa kısa rüyalar başlar. Oradan oraya koşturmalar , yetiştirilemeyen işler , çözülemeyen sorunlar uykuda bile peşimi rahat bırakmaz . Beden dinlenmeye geçmiştir ama beyin hala çok yoğundur. Hatta saçmalayacak kadar...

Çünkü öyle derin uyurum ki , derinlerden gelen kapının sesini zor duyar , yine de irkilerek uyanırım. Hava hafif kararmıştır , "noluyo yaa , kim bu saatte" diye söylene söylene kapıya giderim. Kapıya gidene kadar , kafamdan binbir çeşit soru geçer . Zaman kavramımı kaybetmişimdir. 

Acaba saat kaç ? Sabah mı oldu , akşam mı ? Sabah oldu da , okula mı geç kaldım ?  Bu sabah dersim var mıydı  ? Varsa hangi sınıfaydı ? Geç kaldıysam , kapıya gelen kim ? Yoksa  servis mi geldi ? Sabah olduysa eşim ve oğlum neredeler ? Neden sabahın köründe gittiler ? Beni neden uyandırmadılar ? Ya da neden geç kaldılar ? Neden şimdi başım ağrıyor ? gibi gibi gibi...

Yani , benim için o uykudan uyanıp kendime gelmek öyle zordur ki , anlatamam . Ama herşey kapıya gelene kadardır. Sonra herşey normale döner. Farkederim ki , akşam olmuştur , oğlum gelmiştir , az sonra da babamız gelecektir , ben uyumuş , sersemlemiş ve daha da yorgun olmuşumdur , ev almış başını gidiyordur , yemek yoktur , peki ya , o rüyalar ne anlama geliyordur , uyku yetmemiştir , yarın hasta mı olmalıdır , gerçek bu kadar nettir :)) Yani , anlayacağınız vay halime vaydır ...

22 Kasım 2010 Pazartesi

Tatil mi yaptık ???

Ben biraz nankörüm galiba. Neden derseniz ? Tatil nasıl geçti diyenlere , " Tatil mi yaptık , ben hiç farketmedim  " diyebiliyorum. Evet , belki çalışmaya gitmiyoruz ama çok daha farklı bir koşuşturma içerisine giriyoruz. Sadece erken uyanma stresi yok ve saate bağımlı değilsin. 

Ama bunun dışında yapılacak şeyler hiç bitmiyor . Ve herşey seni beklemeye devam ediyor. Bu da gerilmek için yeterli . O halde tabikide sorarım , " bu nasıl tatil " diye ? Nedendir bilmem ama çalışırken herşey daha planlı programlı oluyor ve kendime zaman ayırıp dinlenebiliyorum bile.  Aslında ben , herkes çalışırken tatilde olmak isterdim. Tatilin , dinlenme adına keyfini ancak böyle çıkartabilirim diye düşünüyorum. Yani kimse beni yormasın , kafam rahat olsun , bununda adı tatil olsun , şeklinde...

Böyle zorunlu tatillerde ise,daha bir yorgun ve stresli oluyorum. Bazen yapmak istemediğim şeyleri de sadece zorunluktan yaptığım için hiç keyif alamıyorum. Yok yok , sevmiyorum böyle bayram tatillerini , kaç kere demiştim zorunluktan yapılması gereken hiç birşeyi sevmiyorum diye. O yüzden de bayramlarda uzaklara gitmek , sadece dinlenmek istiyorum.

Şimdi ne isterdim biliyormusunuz ? Şöyle 1-2 hafta rapor patlatsam da herkes işe giderken ben tatil mi yapsam ? Tabikide şakaaa...İşler bu kadar çokken , çoluk çocuk bizi beklerken olacak iş değil. Nankörlükte bir yere kadar ama dimi ? Neyse,  öyle yada böyle tatil dedikleri şey bitti ya. Herkese iyi bir hafta ve iyi çalışmalar dilerim...

20 Kasım 2010 Cumartesi

Çözün şunu !!!

Birbirlerini çok seven , yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, günün her anını birlikte geçiren , dertlerini paylaşan yani iyi kötü her an birbirlerine destek olan iki can arkadaşım var .İkisinide çok severim ve birbirlerine olan uyumlarına da her zaman hayran olmuşumdur. Ama şimdi ufak bir tatsızlık yaşadılar. Belki kendi yaşadıkları stresli anlardan , belki o an için uygun olmayan ortamlardan , belkide bir anlık parlamayla birbirlerine söylenmeyecek sözleri sarfettiler. Tabiki çok kırıldılar , çok üzüldüler.

Ben de çok üzüldüm , çünkü biz hep birlikteydik. Şimdi ise bi biriyle sonra diğeriyle görüşmek zorunda kalıyorum. Yani ben olaylara tamamen dışarıdan bakıp , tarafsız olarak dinlemeye , anlamaya çalışıp ona göre yorum yapmaya çalışıyorum. Çünkü herşey bende kalır biliyorlar . Belki ikiside kendilerine göre haklı ama mutlaka yüzyüze konuşmaları gerekiyor. Söylenmiş yada söylenmemiş , askıda kalmış , anlaşılmamış sert ifadelerin bu şekilde çözülmesi gerekiyor .Yani , ne benim ne de bir başkasının bir şeyler söylemesi olayı çözmüyor. Bunu onlar çözmeli. Çünkü insan böyle anlarda , neler söylediğini hatırlayamayabiliyor yada yanlış ifade ediyor. O zamanda anlatılmak istenenden bambaşka şeyler çıkıyor ortaya. 

Belki normal bir zamanda söylenmiş sözler olsa , inanın gülüp geçerler hatta birbirlerini makaraya alırlardı. Ama ortamın gerginliğinden olsa gerek ki , yanlış anlaşılmaması gereken şeyleri , yanlış anlayıp ,  yanlış ifade ettiler. Gayet masum planlanmış bir araya getirme çabam da pek bir işe yaramadı ama ben inatla köprü olmaya devam edeceğim . Elbet düzelecek , buna inanıyorum ama sadece biraz zaman lazım. Çünkü , ben onları böyle görmek istemiyorum. Çünkü ben onları çok seviyorummmm...

Şimdi bu yazının linkini her ikisinede gönderip , buraları sessizce terk ediyorum. Ve "çözün şunu" diyorum. Anlaşılmayan bir yer var mı tatlı cadılarr ? :)))

1 Kasım 2010 Pazartesi

Dalgıç kimm?

- Efendimmmm
- (uzunn bir sessizlik olur)
- Efendimmm
- Sesini duymak çok güzellllll...
- Öyle mi aşkımm , seninde sesini duymak çok güzelll. Nasılsın bakalımm?
- İyiyim annecimm , sadece seni çok özledim .
- Bende seni özledim canım
- Ama biliyor musun? Benim burada bir arkadaşım varrr..
- Hımm kimmiş o bakalım , teyzoş mu yoksa ?
- ıh ıh “ Dalgıççç ” ama çok tatlıııı...
- Dalgıç kim oğlum?
- Anneannemlerim kaplumbağasııı , adı “ Dalgıç ”  ve o benim arkadaşım oldu.
- aa ne kadar güzell…
- Bende istiyorum , banada alalım nolur lütfen lütfennn...
- Tamam tamam düşünelim olabilir.
- oleyyyy....

stock-vector-turtle-29582962 Evet , bu hafta sonunda Dalgıç'la tanıştık. O minicik sevimli şey evin eğlencesi olmuş ve tüm ilgiyi üzerine toplamıştı. Bence gayette iyi olmuş . Ama öğrendiklerime göre epey bir ihtiyaç listesi varmış ve ancak o şekilde mutlu olabiliyorlarmış . Mesela sıradan fanuslar yada plastik kaplar içerisinde acı çekiyorlarmış. İşkenceden farkı yok diyorlar. Aslında haklılar da , hücre hayatını kim sever ki ? İlk önce mutlu olabilecekleri  ortamı sağlamak şart.

Bu konuda daha önce kaplumbağa beslemiş bir arkadaşıma danıştım. Kendisinden bir dolu faydalı bilgi öğrendim . Daha sonra da su kaplumbağası ile ilgili forumlara üye olup , birbirinden ilginç , bazen de komik hikayelerle karşılaştım. Kısacası su kaplumbağası beslemek göründüğü kadar kolay bir iş değilmiş. Ama şimdiden heyecanlanıyorum. Önce tüm malzemeleri alayım sonra da iki miniş alırım diye düşünüyorum.  Birileri de bu işe çok  sevinecek ya , hadi bakalım :)

29 Ekim 2010 Cuma

Cumhuriyetimizin 87. Yılı...

Cumhuriyetimizin 87. Yılı hepimize kutlu olsun...

26 Ekim 2010 Salı

Kapkara Camdan Kelebeğime...

Bugün dersteyken adıma gelen kargoyu arkadaşım almış ve dolaba koymuş . Ben de nöbetçi  olduğum ve   aralarda  dinlenmeye fırsat bulamadığım için paketi unutmuşum , aklımdan çıkmış gitmiş.  Ancak son dersten sonra öğretmenler odasına indiğimde , arkadaşım yanıma gelip   “ Paketini aldın mı ? ” diye hatırlatınca  “ Tamam , tamam aklımda alacağım ”   dedim. Dedim ama bende o akıl nerdeee... Bir an önce okuldan uzaklaşıp dinlenebilme derdine düşmüşüm. Tam çıkarken arkadaşım yine sordu. “ Paketini aldın mı , yok yani kargoyu ben teslim aldım da , inan içime dert oldu ” diyince “ Ayy ayy nasılda dalmışımm , halbuki o gelen şirin küçücük bir özii , nasıl unuturum. ” diye söylendim kendi kendime. 

Hemen oracıkta paketi açtım . Bütün arkadaşların çok hoşuna gitti. Benim becerikli Kapkara Camdan Kelebeğim , Duru'cuğum o kadar cici , o kadar şeker ki , ellerine sağlıkk . Çokk teşekkür ediyorum canım...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Sensin o maymun :)

Dakikalarca belki de 1 saatte yakın açıkladı , anlattı , anlattı. Ben de , beni kıran yönlerini , bu konudaki düşüncelerimi anlattım . Güldü , çünkü farklı bir bakış açısıyla bakıyordu. Ona göre asla alınılması gereken , kırılması gereken bir durum yoktu ortada. Elbette kendine göre haklı yanları vardı ama bende haklıydım . Kırılmıştım kendimce... Çünkü böyle bir davranışı hak ettiğimi düşünmüyordum. Sonunda beni anladı "Tamam tamam , yok öyle birşey zaten" dedi . Dedi ama o konudaki üzüntümü yeterince anlayamamış olsa gerek ki , konuşulan onca şeyin üzerine yine bir anlamı kalmadı...

Yani , yine kırgınlık hissettiğime göre , ben de yeterince anlayamamışım demek ki  . Şimdi istemesemde ben buna takılırım , biliyorum huyumu. Bu konuyu da içime atar , susmam gereken yere kadar da susarım. Halbuki , tavır bana yapılmış değil ve benimle de hiç ama hiç ilgisi yok . O halde dediği gibi , bu konuda farklı bir bakış açısı geliştirmem gerekiyor belki de. Ama bir gerçek de var ki , yinede o engele takılmak istemezdim , ya çok önemli bir şey olursa...

Eğer bu yazıyı okusaydı , kesinlikle önce beyninde şimşekler çakar " vaayy beni bana anlatmış meğer "   der , sonrada bana " maymunnn " derdi  :))) Bende ona " sensin ooo"  derdim . Ama maymunlarda her engeli aşamaz ki canımmm , ne bileyim öylede bir şey işte ...

19 Ekim 2010 Salı

Kaplumbağa susayınca...

İki kaplumbağanın suları bitmiş. Su almak için okyanusa gitmeye karar vermişler . Ancak 20 yıl sonra varabilmişler. Ama kova almayı unutmuşlar.

Diğeri " Ben alır gelirim ama ben gelene kadar su içmeyeceksin "  demiş  ve gitmiş. Aradan 60 yıl geçmiş , ne gelen var ne gidennn . " Ben içeyim de neslim tükenmesin " demiş .

Tam içecekken çalılıklardan ses gelmiş.

BAK ! BÖYLE YAPARSAN KOVA ALMAYA GİTMEM  AMAAA :)))

Not: Facebookta bir paylaşımdı , çok hoşuma gittiği için bende yayınlamak istedim.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Boğaz Enfeksiyonuna dikkat !

Ayakta geçirilen ufak tefek rahatsızlıkları saymazsam uzun zamandır ateşlenip hasta yatmamıştım. Yani bu kez fena yenik düştüm ve hafta sonunu antibiyotikle , uyuyarak ve sık sık üşüme terleme şeklinde geçirdim. Aslında antibiyotik içmek en sevmediğim şeydir ama söz konusu boğaz enfeksiyonu olunca mecbur kaldım. Çocukluktan beri bademciklerim çok sık iltihaplandığından , kalp romatizması geçirmiş bir durumum var. Şu an için bana verdiği bir rahatsızlık olmasa da etkileri kaybolmuş değil . O nedenle boğaz enfeksiyonu beni her zaman korkutur. Özellikle de ilerleyen yaşlarda kapakçıkların yıpranması veya görevini yerine getirememesi durumunda kapakçık ameliyatı gerekebileceği düşüncesi beni oldukça rahatsız ediyor.

Kalp romatizması  , kalp kapakçıklarında görülen bir bozukluk olup kapakçıkların tam olarak kapanmamasıyla ilgili bir durum. Ancak beraberinde üfürüm de görülebiliyor. Üfürüm olayı kapakçıklar açılıp kapanırken , tam olarak kapanmayan kapakçığın arasından geriye doğru kan akışında meydana gelen bir dengesizlikten kaynaklanıyor.  Yani kan aorta pompalanırken  sol karıncığa geri kaçıyor . Bu da normaldan farklı bir sesin oluşmasına ve vücuda daha az kan pompalanmasına , dolayısıyla da kalbin daha çok ve hızlı çalışmasına neden oluyor . Bu nedenle de kapakçıklar normaldan daha fazla çalıştığından yorulup , zarar görebiliyor.

Aslında bu üfürüm olayı , hassas bünyeli kişilerde ve özellikle de her 4 bayandan birinde mutlaka görülen ama rahatsızlık vermeyen bir durummuş . Yani bunlar masum üfürümlermiş. Ancak benimkisi pek masum olanlardan değil . Yakın zamanlarda bir kardiologa görünüp kontrollerimi yaptırma zamanım gelmiş sanırım...

14 Ekim 2010 Perşembe

İşte o kadar...

Kendinden gayet emin , ukala tavırlarıyla sınıfa girip , ellerini sıranın üzerine sertçe vuruyor. Hoşlandığı kızın karşısına geçiyor ve yüksek sesle soruyor.
" Erkek arkadaşın var mı senin ? "
Kız korku dolu gözlerle bakıyor, ne bilgisi var, ne de ilgisi...
" Hayır yok " diyor sesi titreye titreye ..
" İyi o zaman , tamam , bundan sonra erkek arkadaşın benim , işte o kadar "  diyerek sınıfı terkediyor. Kız korkudan ağlamaya başlıyor , durumu utana sıkıla anlatıyor.

Metazoriye bakar mısınız ? Ben söyleyeceğimi söyledim , benimsin , o kadar ...
Şimdi böyle bir durumda buna aşk denir mi ? Bilemiyorum...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Bilen var mı?

Bir süredir bloggera resim yüklemek konusunda sorun yaşıyorum. Ne zaman " resim ekle " desem , pencere açılıyor ama  hiç birşey yüklenmiyor. Bomboş bir pencere ile karşılaşıyorum. Arada bir yüklensede resmi eklemiyor , o zamanda sürekli " hata " veriyor. Sadece 2 yada 3 kez yükleyebildim.Tamam artık sorun düzeldi derken yine olmadı . " Hadi düzelir " dedim bekledim , günlerdir de bekliyorum ama düzeleceği yok. Sonunda yardım çağrısı yapmaya karar verdim.  

Acaba bu sorun genel bir sorun mu yoksa sadece bana mı ait ? Ben çözemedim. Aslında yazılarımın büyük bir kısmını Windows Live Writer da hazırlayıp oradan bloguma postalıyordum . Ama o da son zamanlarda yayınladığım yazıların resimlerini göstermemeye başladı. Zaman zaman kendi bloğuma baktığımda çoğu yazıda resimlerin görünmediğini farkediyorum. Bazende hiç sorunsuz hepsi görünüyor. Bu bir görünüp , bir görünmeme durumları da hiç hoşuma gitmiyor. Nedir bu böyle , bilen var mı ? 

10 Ekim 2010 Pazar

Geçer herhalde…

Bütün bir güne düzenli olarak yaydığım , surat asma seanslarım şiddetle devam ediyor. Neyim var diye soruyorum kendime ama cevap veremiyorum. Böyle mızmızzz , çekilmezzzz , bir bilmiyorum havaları...

Zaman zaman hepimizin suratsız olma günleri olur ya , bu da öyle birşey herhalde. Çünkü kafama taktığım bir şey yok , uykusuzluk desem değil , yorgunluk desem değil. Aksine günün büyük bir bölümünü oradan oraya kendimi atarak geçirdim. Dışarıya çıkmak istemedim , yemek yapmak istemedim , kendime bakmak istemedim . Ve hiç bir şey yapamadan günü öldürdüm. Aslında böyle hissettiğimde en iyi çözüm , uyumakmış gibi gelir ama onu da yapamadım. Yani çekilecek gibi değilim ,  geçer herhalde ... 

9 Ekim 2010 Cumartesi

Selamlarrrr , saygılarrr , sevgilerrr...

 Çalışan herkesin hafta içi hayalini kurduğu tek şey, ya Cumartesi ya da Pazar sabahı biraz daha fazla uyuyabilmektir. Bazı sabahlar gözümü açtığımda “ nolurrr bugün cumartesi olsa ” dediğimi bilirim. Hava bu kadar soğukken , ev soğukken ve kaloriferlerde hala tık bile yokken yapılacak tek şey daha fazla uyumaktı ama ne mümkün !

Oldukça erken bir saatte , sevgili eşimin telefonu , en yüksek tonuyla aranıyorsun çağrısı  veriyor. Uyku sersemi “ Kimi aradınız , kimsiniz ? ” vs. tarzı konuşmalarını hayal meyal duyuyorum . Neyse ki , yanlış arama olmadığını anlıyorum , sonunda anlaşıyorlar ve iş gereği gerekli talimatlar veriliyor . Sonra eşim , telefonu kapatıp 2 dk da yeniden uykuya dalıyor. Bense o kadar uyumak istememe rağmen adeta cin gibi oluyorum. Belki tekrar dalarım diye bir süre bekliyorum ama maalesef , uyku gitmiş bir kere... O an kıskançlığım tutuyor , uyuyan eşimi uyandırasım geliyor ve seslenip diyorum ki ;
- “ O arayan kimse , onu geri ara ...”
Uykulu uykulu...
- “ eee , nedennn ? ” diyor
- “ Eşimin selamları var ”dersin diyorum. Bir an sessizlikten sonra başlıyor gülmeye...
İyi de ben komik bir şey demedim ki , uykumu kaçırdı ... Güldü güldü ve sonra yine uyudu.
.
Baktım ki uyuyacak gibi değilim , bende hırka battaniye ne varsa üzerime alıp , buz olmuş parmaklarımda yazmaya geldim.
.
Yazının yayınlanma saati itibarıyla , eşim ve oğlum hala uyumakta olup , bense sabahın köründe arayan şahsa saygılarımı ve sevgilerimi de gönderiyorum  ;)

7 Ekim 2010 Perşembe

Tam filmlik...

Sabah sağlık ocağına gidip kan tahlili yaptırmam gerekiyordu. Önemli birşey olduğunu düşünmüyorum ama yinede kafamda soru işareti kalmasını istemedim. Sporda , aşırı terleme sonrasında birdenbire titreme hissedip olduğum yere oturuyordum. Bir adet kesme şekerle işi kurtarıyordum ama  tam olarak bilmekte fayda var diye düşünüp , aile hekimimle görüştüm " Bakalım neymiş " diyerek bir dizi tahliller yazdı . Elime de 2 adet kan tüpü verip , laboratuvara gönderdi. Beklemeye başladım , o sırada gözüm başrol oyuncusuna takıldı.

80 yaşlarında , fötr şapkalı , gözlüklü , takım elbiseli yaşlı bir amca , olduğu yerde homur homur söyleniyordu . Laboratuvardan çıkan doktora , gözlükleri üzerinden bir bakış attıktan sonra bana döndü dedi ki ;
- Kocakarı ilacı yapıyor bu di imi ? Elinde otlar var bak
- Yok amca olur mu öyle şey . Ot değil onlar kan tüpü , dedim .
- Öyle öyle ben biliyorum , ilaç yapacak onları , dedi başını sallayıp , çenesini olduğu yerde hareket ettirerek...
Gülümsedim , sıra ona geldi , girip kan verdi ama sürekli bir şeyler anlatıyordu. Meğer amca , oranın müdavimlerindenmiş , alışmışlar . Eşini kaybedince mutsuzum mutsuzum diye dert yanmaya gelirmiş . Sonra 50 yaşlarında biriyle yeniden evlenince pek mutlu olmuş. Laborant;
- Amca her zaman ki gibi yine çok şıksın , dedi .
- Öyle olmak lazım kızım , genç hanım aldık ne halt ( !!! ) yemeyeyse ... dedi .
( Halt  çok kibar kaldı , oysaki amcam açık açık söylemişti :))
Oradaki birkaç kişi artık tutamadı kendini güldü " Amca da tam filmlikmiş "  dediler...
Hay amcam , sen çok yaşa e mi ?

2 Ekim 2010 Cumartesi

Tuhaf bir gün...

Tuhaf bir gün benim için. Tuhaf diyorum çünkü bedenen evde bulunmama rağmen , ruhen tamamen başka bir yerdeyim.  Ne yapmam gerektiğine karar
veremediğim için de şu an olmak istediğim yerde değilim. Ama durumdan şikayet etmiyorum , sadece düşünüyordum ve paylaşmak istedim. Çünkü dün geceye kadar karar verebilir ve bu sabah bile gidebilirdim ama gitmedim. Artık bunun adına üşengeçlik mi desemmm , isteksizlik mi desemmm yoksa yeterince gaza gelemeyişim mi , gerçekten bilmiyorum.

Sadece içimde o enerjiyi , heyecanı hissedemedim ve gitmedim. Gerçi o enerjiyi kaybedeli de çok oldu ama ölee işte...

Nerede mi olmalıydım ? İstanbul'da Mimar Sinan Üni. Fındıklı kampüsünde , boğazın eşsiz manzarası eşliğinde , sadece taş seslerinin hakim olduğu bir salonda , tahtaya ve taşlara odaklanmış , hain hamleler düşünüyor olabilirdim. Artık o hain hamleleri de kim yapacaksa :)) Offf off ben turnuvayı ektim yaa ...

30 Eylül 2010 Perşembe

Abartmasaydım ...

 İyi olan herşey güzeldir hatta harikadır. Kimilerinin gözüyle de fazla abartılır bazı şeyler ve en üst düzeye çıkartılır. Ama ben , her nedense iyi olan şeyleri daha bir sakin  karşılayıp kendimle ilgili kötü olan herşeyi abartmayı çok iyi başarıyorum. Bu yüzden de can sıkıcı küçücük bir olayı bile kocaman bir hale getirip kendimi kahretmeyi , üzmeyi , suçlamayı en abartılı haliyle yaşıyorum. Hemde resmen yoktan var edip yaşıyorum. Sanırım bu da , her konuda duygularımla hareket ediyor olmamdan kaynaklanıyor...

Oysa mantığın yolu birdir , bilirim , yardımcı da olurum ama kendime bir türlü söz geçiremem. Sonra da durduk yere üzülür , dar ederim her yeri kendime , kim ne dese umursamam . Sadece  dinlerim , hak veririm ama uygulamam o da ayrı bir konu. Ta ki içimdeki o laf anlamaz canavar bir şeyleri anlayıncaya kadar... 

Bu yüzden de birşeyleri değiştirmeye çalışmaktan artık vazgeçiyorum , kendimi bile...Ve herşeyi olduğu gibi kabul etmem gerektiğini bilmeme rağmen bir kere daha kabul ediyorum. Çünkü değişen bir şey olmadığını görmekten yoruluyorum hemde çok yoruluyorum… Sonuç olarak vazgeçiyorum ama keşke abartmasaydım ...

25 Eylül 2010 Cumartesi

Susmak zamanı…

Aslında ortada bir anlaşmazlık filan da yok ama dağ dağa küsmüş dağın haberi olmamış misali biraz kırgınım sanırım . Ne olduğunu bilmediğim bir şeye ,belki biraz kendi kurgularıma , belki biraz tepkisizliklere , ilgisizliklere...

Böyle olunca da aşırı hassasiyet gösteriyor oluşum , basit olayları bile bir şey varmış gibi hissediyor ve hissettiriyor oluşum , bazı şeylerin üzerine fazla gidiyor oluşum ve bunun karşısında tamamen sessizlikle karşılaşıyor oluşum beni daha çok kırıyor.

Demek ki , birşey var ama ne olduğunu bilen yok . Belki de şimdi susmak zamanıdır. 

24 Eylül 2010 Cuma

Konuşmayı bileceksin !!!

Her ne olursa olsun tüm ilişkilerde , karşındaki insanla konuşmayı bileceksin ! Önemli olan kelimeleri bir araya getirebilmek değil , kelimeleri  hangi sırayla hangi vurguyla bir araya getirebildiğin ve o an ki ifadendir...Sen karşındakini hiçe sayarsan ne olup bittiğini anlamadan sormadan , öğrenmeden sadece makamına güvenerek ağzına her geleni söyleyebileceğini düşünüyorsan ve buna hakkın olduğunu sanıyorsan , o an , senin bittiğin andır.

Karşındaki insan , tüm iyi niyetiyle seni adam sanmış, gelmiş yardım istemiş. Dinlemelisin , kendini onun yerine koyarak anlamaya çalışmalısın ki , çözüm yolu bulunabilsin. Çözebileceğin ilgili kişileri bir araya getirip , en uygun yolu bulmaya çalışarak aracılık etmelisin. İdareci olmalısın! " Sorun senin sorunundur, git kendin çöz . Ben çözemem . Bana sorun getirmeyin " diyemezsin. İpe sapa gelmez bahaneleri önemseyip gerçek bir sorunu göz ardı edersen gülerler sana...

Zaten kendisi çözebilse getirirmiydi bu sorunu sana , ne işi vardı yanında ? Aciz insanlar mıyız ? Sen sana güvenen insanları nasıl böyle yüzüstü bırakabilirsin ki ? Hem sen ... neysee... Herkes birbirine " sorun senin , sen kendin çöz " dese neden birbirimize ihtiyaç duyalım ki ? Sadece iyi anlarımızı paylaşmak için mi varız ? O halde sen yanlış biliyorsun , biz bir aileyiz , bi zahmet öğreniver...

23 Eylül 2010 Perşembe

Piştt uyan hadi...

Şu 2-3 gündür telefonlarıma birşeyler oldu. Kendilerini kaybetmiş gibiler. ( Ba-ba-ba- bi de telefonlarıma demez mi ? Görgüsüz işte nolcakk ! Aman canımm ne alakası var , hem konu bu değil , geçiniz ) Tamam tamam , geçiyorum , kendilerini kaybetmiş gibiler diyordum . Sabahın köründe ısrarlı ısrarlı çalmalar , durdurma çalışmalarıma rağmen bıkmak usanmak bilmeyen tekrarlamalar , kulağa hoş gelen müzikleriyle yastığa daha bir gömülmeler filan , anlamış değilim. Nesi var bunların ? Sanki sözleşmiş gibi , biri bitiyor biri başlıyor , bi inat bi inat dertleri neyse…

Rahatsız etmeyin işte , ne güzel uyuyorum diye söylenirken , sonunda pes edip gözümü açıyorum ve karşımdaki saati görüyorum , yok göremiyorum , hafif bulanık gibi , bir daha bakıyorum , şaka herhalde diye düşünüyorum. Tam 40 dk. gecikmişimmm , hazırlanıp çıkmak için sadece 10 dk.var . İmkansız yetişemem .Fırlıyorum yataktan , iki ayak bir pabuç misali evden çıkıyorum ama aksilikler birbirini izleyecek ya , araba arızalı , minibüs şoförü de elini kaldırıyor , dolu der gibi , geçip gidiyor. Sakin olmalıyım sakin , o telefonları sustururken aklın neredeydi diyorum. Demek ki varmış bir bildiğim de ayarlamışım işte . Neymiş efendim , rüya yarıda kesilmesinmiş , uyku çok tatlıymış da falan filan. Meğer geç kaldın uyan artık mesajı veriyorlarmış da anlayan yok. Diyorum ki acaba bunların “ piştt pişşt uyan hadi ” diyip çekeleyeni yok mudur ?

20 Eylül 2010 Pazartesi

Zil çaldı...

Küçük beyimiz uzun bir tatil sonrasında ilk kez erken yattı ama sağa dön , sola dön bir türlü uyuyamadı . Sonunda itiraf etti.

“ Heyecanlanıyorum anne… ” Tabiki heyecanlanması gayet doğaldı. Okulunu , öğretmenini ve arkadaşlarını çok özlemişti . Sanırım en çok da yaramazlığı...Bir ara bu yıl “ Öğretmenlerime sorun çıkarmayı planlıyorum ” diye bir laf etmişti ama bakışımla pişman etmiştim , dilerim böyle birşey olmaz ...

Mini mini yüreklerde okul heyecanı yaşayan tüm öğrencilere iyi ve başarılı bir eğitim - öğretim yılı diliyorum. Ve tabiki bana da ...
Zil çaldı artık ders zamanı…

17 Eylül 2010 Cuma

Yeter artık !

Huylu huyundan vazgeçmiyor işte. Yine daralttı hepimizi ve içinden çıkılmaz bir hale soktu. O birşey değil , sırf bu yüzden sevdiklerimi kaybetmekten korkuyorum. İçlerinde yaşattıkları canavarın günden güne büyümesinden ve onlara zarar vermesinden korkuyorum. Hiçbir şey bilmeden , hiçbir şey çözemeden , sadece düşünmek , sürekli sorunla karşılaşmak çok sinir bozucu . Yetmiyormuş gibi sonra da karşında geniş bir yürek bulmak , “bişey olmaz , bişey olmaz” diyen . Nasıl olmaz yaa , oluyor işte görmüyor musun ? Anlamıyor musun ?

Farkında değil nasıl bir girdaba kapıldığının ve beraberinde bizleri de sürüklediğinin. Kapılmış bir kere o çevreye , övüyorda övüyor...Onlar iyi biz kötüyüz ya. Bu nasıl bir iyiliktir , nasıl bir saflıktır , kör müsün , nasıl farkında değilsin , herkes görüyor da bir sen mi göremiyorsun kimin ne olduğunu ? Tehlikeli , güvensiz , dost olmayan bir çevredesin ve etrafın çok karanlık... Nasıl bu kadar yanıldın sen ? Nasıl bu kadar kapattın gözünü ? Tut elimizi yeter artık yeter...

14 Eylül 2010 Salı

Doz aşımı psikoloji bozuyormuş !

Sadece 15-20 gündür spor yapamıyorum diye , şişmişim de patlayacakmışım gibi hissediyorum. O tempoya öyle alışmışım ki , artık yorgunluktan mutluluk duyar olmuşum. Bir yandan enerji harcayıp bir yandan da farklı bir enerji depolamak , harika birşey ! Yani ne kadar yorulsam da enerjik ve dinç hissetmek sporun bir sonucu diye düşünüyorum.


Şimdi ise yediğim herşeyi depoladığımı hissediyorum. Belki tuhaf gelecek ama daha çabuk yorulur hale geldiğimi , vücudumun çeşitli yerlerinde ağrılar oluşmaya başladığını bile hissediyorum. Yaşlanıyor muyum yoksa tamamen spor yapamamamın verdiği psikolojik bir rahatsızlık mı ?

10 aydır devam ettiğim spor merkezi , hem yılın yorgunluğunu atmak hem de küçük tadilatlar için kısa bir tatil yaptı. Yaptı ama bu tatil bana hiç iyi gelmedi .Hergün step (dans ) , pilates , gym yapan birine , ağır bir ceza gibi oldu . Şimdi de ciddi ciddi büyük bir boşluğa düşmüş gibiyim. Tembelleştim sanki... Bir arkadaşım da demişti ki; “ Sporun fazlası da alışkanlık yapıyormuş ve ancak psikolojik tedavi görerek sporu bırakmak mümkün olabiliyormuş ” Yani düşünsenize doktor kontrollü sporu bırakma seansları , şaka gibi . Ama ilk duyduğumda çok gülmüştüm . Şimdi bana da mı oldu ? diye düşünmeden geçemedim. Yok canım abartmayayım ama değil mi ? Herşey yeniden başlayacak , 1 hafftacık daha sabır...

2 Eylül 2010 Perşembe

2 dk.'lık heyecan ...

Daha önce en büyük hayallerimden biri “dalmak” diye bahsetmiştim...Aynı zamanda çok çekindiğim ve heyecanlandığım bir hayal de. Ama bunu uzaktan bakarak anlamak zor , ayağına paletleri geçirip , oksijen tüpünü sırtına alacaksın , ağızdan nefes alıp verebilmeyi öğreneceksin , maskeni takacaksın ve denge yeleğini giyeceksin ki o heyecanı daha iyi hissedebilesin.

Yapmalıyım dedim ve belli bir aşamaya kadar da geldim. Dalış öncesi ufak tefek ön bilgiler aldım. Nasıl nefes almalıyız ? Nasıl hareket etmeliyiz ? Dalınca kulak , göz , baş yada başka bir yerde hissedilen herhangi bir rahatsızlık var mı ? Su altında kullanılan bazı önemli işaretlerin ne anlama geldiği ? gibi gibi şeyler kısaca anlatıldı. Zaten bu dalış , havuz içerisinde gerçekleştirileceği için gayet basit bir deneme olacaktı. Önce paletleri giydim sonra maskeyi taktım. Maskenin burunu sıkıştıran kısmı , nefes alıp vermemi engelledi. En büyük sorun da burada başladı. Çünkü artık nefes alıp vermek için sadece ağzımı kullanmalıydım. Ya birden panik olursam ya bir anda sıkışıp nefes alamazsam gibi bir sürü şey geçti aklımdan. Bu düşünceleri uzaklaştırmaya çalıştım yoksa daha başlamadan bitecekti bu sevda. Sonra yelekle birlikte 15 kg'lık oksijen tüpünü sırtıma aldım , tüpten gelen hortumun ucunda regülatör adı verilen , ağıza alınan kısım vardı. Dişlerimin arasına sıkıştırdım ve ilk nefes alış verişimi denemeye başladım. Gayet normal görünüyordu . Artık konuşmak imkansızdı ve sadece işaretler vardı.
.
Herşey yolunda mı işaretiyle onay verdim ve önce kafamı daldırdım . Dibe bakmamı istedi. Suyun altı pırıl pırıl , gayet net görünüyordu. Kolay gibiydi. Elimden tuttu ve suyun altına indik . Kollarımı hareket ettirmeyecektim yani kulaç yoktu , yüzmek gibi değildi sadece paletlerle hareket edecektim. Bu şekilde duyduğum tek ses glu glu glu su sesleriydi. Gerçekten başka bir boyuta geçmiş gibiydim. İşte bunu düşündüğüm anda saçma sapan davrandım. Nefes alabiliyor muydum ? Evet alıyordum , sorun yoktu. Ama neredeydim ? Havuzdaydım ama bir şey eksik. Sağa baktım benim balık adam yok , sola baktım yok. İşte en saçma hareketi o zaman yaptım. Yukarıya çıkalım işareti yaptım , çünkü bir an kendimi yalnız sandım , panik oldum.

Nereden bilebilirdim ki , balık adamın üzerimde yüzdüğünü , beni dipte tutmaya çalıştığını , ben hep yanımda kalacak sanmıştım. Yüzeye çıktım , regülatörü çıkarttım, nefes almaya çalışıyorum sanki tıkanmışım gibi. " Ne oldu " dedi ? " Sizi göremedim , korktum " dedim . Havuzdayız işte , sanki ne olacaksa , benimkisi de saçmalık. Okyanusun derinliklerinde kalmışım gibi davrandım ve böylece dalış keyfim 2 dk.sürdü. Ertesi gün tekrar deneyecektim ama bir türlü denk gelemedik. Ama ilk deneyim de , deneyimdir. En azından bir sonrakinde , ne yapmam gerektiğini daha iyi biliyorum. Kesinlikle çok heyecanlı birşey …